San Francisco’da ikinci günümde rotamda San Francisco’ya altın aramak için gelen Latinlerin yerleştiği Mission, Harvey Milk’le görünürleşen dünyada sosyal eşitsizliğe karşı direncin sembolü haline gelen Castro bölgesi, sürpriz olarak karşıma çıkan San Francisco’nun Kreuzberg’i Hayes Valley, son model mutenalaştırma projelerinden South of Market ve o kadar yürüdüm bari Painted Ladies’i de göreyim diye tırmandığım Fillmore bölgesi vardı. “Konuşkan rotam”da ise sokakları şehirde yaşayanlar arasında ortak bir payda olarak gören ve bu yolla ayrımcılığı ve eşitsizliği gidermek için çalışan Livable City ile görüştüm.
Livable City’nin ofislerinin de bulunduğu South of Market, kader olarak da karakter olarak da -daha büyük binalardan ve daha geniş caddelerden oluşmasına rağmen- Karaköy’ü anımsattı bana. Endüstriyel Mission Limanı’na yakın bu bölge, eskiden çevredeki binalar depo veya imalathane gibi amaçlarla kullanılırken artık el değiştirip dans stüdyolarının, mimarlık ofislerinin bulunduğu, “duyarlı” matcha lattelerin satıldığı hip bir merkeze dönüşmeye başlamış. Livable City’nin ofisi ise ironik bir biçimde karşı durduğu akımların merkezinde, bir depo binasının üst katında iki pilates stüdyosunun arasında bulunuyor.
Livable City’nin misyonu aslında isminden belli: yaşanabilir bir kent. Dün görüştüğüm SPUR gibi, Livable City’nin de en çok üzerinde durduğu sorun erişilebilir konut problemi ve kentte eşitsizlik. Sunday Streets adındaki programları ile birlikte, her ay başka bir semtte, bir sokağı trafiğe kapatıp semt sakinlerinin, yoldan geçenlerin, oyun oynamak isteyenlerin, fikrini paylaşmak isteyenlerin, sanatını tanıtmak isteyenlerin bir araya geldiği bir ortaklaşma mekanı oluşturuyorlar. Arabalardan arındırılan sokak, bizim günlük algımızdan ve deneyimimizden çok farklı; hem fiziksel mesafeler ve oranlar açısından, hem de sokağın bir kamusal alan olarak tekrar ele alınması açısından.
Bu tabi düşünüldüğü kadar basit bir iş değil; aylar öncesinden başlayan bir hazırlık gerekiyor. En uygun sokağın ve zamanın seçilmesi, mahallelinin örgütlenmesi, yolların kapatılması için gerekli izinlerin alınması, kapatılan yollara alternatif güzergahlar sunulması, semt sakinlerinin tek tek kapısını çalarak bilgilendirmek, etkinlikte sergi açmak/performans sergilemek isteyen kişileri organize etmek gibi birçok detay gerektiriyor.
Ben dürüst olmak gerekirse bu organizasyonu ilk gördüğümde “tuzu-kuru-gelişmiş-ülke-işi” demiştim içimden. Haksızlık etmişim. İletişim direktörleri Mary’le tanışmadan önce San Francisco’nun en büyük gündeminin adaletsizlik olduğunu ve halk arasında bu denli bir sürtüşmeye sebep olduğunu bilmiyordum. Gerek gittikçe devleşen teknoloji sektörünün çalışanlarına karşı eski San Franciscolular arasında, gerek eyalet yönetimi ve halk arasında, halk ve Trump arasında… San Francisco, dünyanın en başarılı firmalarının ve dünyanın en çok kazananlarının bulunduğu yer; ama tabi ki bu paranın homojen şekilde dağıldığı anlamına gelmiyor. Bu kadar çok firmanın bulunması matematiksel olarak iş imkanlarını arttırsa da iş pozisyonları sadece belli bir stereotipe yönelik: üst düzey eğitimli yazılım mühendisleri, kullanıcı deneyimi uzmanları vs. Bu durum özellikle 2000’lerin başında patlayan dot-com furyasının tırmandırdığı gelir dağılımı ve erişilebilir konut probleminin çıktığı nokta: şehirde ultra yüksek gelirli kişi sayısı artarken konut fiyatları ve yaşam pahası da bu düzeye göre güncelleniyor. Hayatını normal düzeyde devam ettiren halk ise gün geçtikçe yaşam alanını kaybediyor. Eskiden beri yaşadıkları orta sınıf mahalleler artan talep nedeniyle dünyanın en pahalı semtleri haline geliyor ve mutenalaşıyor. Mary, teknoloji sektöründe çalışanları San Francisco’nun kazananları olarak adlandırıyor bu nedenle. Düşük gelir grubu ise hepten kaybetmiş durumda. Dünyanın en çok kazanan teknoloji firmalarının çalışanlarıyla aynı şehirde var olmaya çalışmaları mümkün değil; o yüzden herkes kendine bir köşe tutmuş; o bölge içinde kendi kurallarıyla oynuyor.
Finans merkezinden yaklaşık 10 dakikalık bir mesafede yer alan Mission Bölgesi bu durumun en belirgin olduğu yer. Art arda sıralanmış Uber, Twitter, Airbnb gibi şirketlerinin ofislerini geçtikten biraz sonra kendinizi bir anda sefaletin içinde buluyorsunuz. Sokakta yere çalıntı ya da buluntu malların satıldığı işporta tezgahları, sayısız evsiz çadırı, sokakta gezinen çok sayıda aklını yitirmiş düşkün bu bölgede özerk bir doku oluşturmuş durumda. Ama aslında Mission Bölgesi bile kendi içinde mutenalaşma katmanlarını içeriyor. Özellikle Dolores Parkı’ndan Castro’ya doğru devam eden bölgeye yaklaştıkça yoksulluk ve düşkünlük görünmez oluyor; sokaktaki çoğunluk orta sınıf liberaller, turistler ve öğrencilere devrediliyor.
Mission bölgesi aslında adını, 1800’lü yıllarda bölgeye altın aramak amacıyla akın eden İspanyol misyonerlerden almış. 1960’larda ve 70’lerde Chicano / Latino nüfusuna ek olarak LGBTQ ve biraz daha orta sınıf genç insanlar taşınmış bölgeye. 1980’lerin başında Valencia Caddesi hattı The Offs, The Avengers, Dead Kennedys, Flipper ve The Offensive, The Deaf Club gibi çeşitli kulüpleri içeren canlı bir punk hayatına sahipmiş. 1980’lerde ve 1990’larda, Orta Asya, Güney Amerika, Orta Doğu ve hatta Filipinler ve eski Yugoslavya’dan gelen göçmen ve mülteci akınıyla ise semt iyice kozmopolitleşmiş.
Bu çeşitlilik kendini sokaklarda graffiti yoluyla haykırıyor. Hemen hemen kesintisiz devam eden graffitiler bölgenin ikonikleşmesine ve turistik merkez haline gelmesine sebep olmuş. Bu çeşitliliğin bir diğer doğal sonucu da şu an şehrin en iyi dünya mutfağı restoranlarının burada olması. Muhtemelen bu bölge de “hipleşme” dönemini tamamladığında tamamen zenginlere devrolacak ve bölgede yaşayan düşük gelir grubu gitgide periferiye taşınacak.
Şimdilik burada durup yazıma ara veriyorum. Siz bu arada Livable City röportajının kaydını @seyahatbursu‘nun IGTV kanalından seyredebilirsiniz.