7. gün Moskova-St. Petersburg treninde geçti. Hiç görmediğim kadar yeşilliğe maruz kaldığım bu yolculuğu, kompartımandaki tatlı aile ile hatırlayacağım. Yemeklerini, terliklerini, 5 litrelik sularını alıp gelen aile, yolculuğun nasıl geçeceğini baştan biliyormuş. Çocuklar sürekli koşuşturup durdular (ki ağlamalarından çok daha iyi). Zaten ayaklı olduğu için göz bir kere gidince bir daha açmak zor oluyor. En azından bir yolculukta 9 saat boyunca ayakkabı giymemek, Moskova’daki onca koşuşturmadan sonra çok iyi geldi!
Saint Petersburg’a ulaşmam gece 11’i bulduğu için gezmeye ertesi sabah başladım. Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Petersburg için “Avrupa’ya açılan kapı” diyorlardı kaynaklarda, burası bildiğin kapıyı geçince biraz soldan ikinci ara.
Moskova gibi, ilk duraklarım hep kültür yapıları olacaktı. Ama Ermitaj Müzesi hariç; ne yazık ki Moskova’daki müzeler kadar zengin ve temayı ilgilendiren bir müzeye denk gelemedim. Ermitaj’da da 1 saat beklememe rağmen kimsenin anlamadığı bir sebepten içeri giremedik. Ben de sinirlenip gittim (slklar). Zaten Ermitaj’da ilgilendiğim döneme ait tek bir eser vardı; o da Kandinsky’nin eseriydi. Onun dışında Van Gogh ve Pablo Picasso için 1 saat beklememe rağmen görememem biraz üzücüydü tabii.
O yüzden ben de tüm günü sokaklarda yürüyerek ve gözlemleyerek geçirdim. Şimdi bir kaç gözlemimi sıralayayım hemen. Bunlar genel olarak karşılaştırma gözlemler olduğu için önceki yazılardan ipuçları almanızı da öneriyorum.
1. Moskova’da bulunan Sovyetler’in keskin kılıcının etkisi kalkmış, şehir herhangi bir ideolojiyi taşımayan nötr bir hale bürünmüş. Nötr dediğim de işte Rusya değil yani. 1800’lerin ortasından kalma bir Avrupa şehrini anlatan bir film seti gibi ortalık. Sanki binaların içine girseniz bomboş ve sadece demirden bir strüktür cepheyi tutuyor. Zaten bakımsız olan ön cepheler bir yaşam izi de çok nadir taşıyor.
2. Dükkanlar, Moskova’daki gibi bir tabeladan ibaret olmaktan çıkmış, binaların içinden sokağa taşmış ve çeşitlenmiş. Ama ne yazık ki bu yerel bir çeşitlilik olmamış. Özellikle zincirlerin doldurduğu Nevsky Caddesi, ki şehrin en önemli caddesi, ilk defa sokakta Starbucks gördüğüm yer oldu.
3. Komünizm bina cephelerinden, sokaklardan, önemli yapılardan kazınmış; hediyelikçilerin bazıları tutucu restoranların seviyesine kadar düşmüş. Hiç bir yerde doğru düzgün ne kızıl yıldız, ne orak çekiç, ne de Stalin ve Lenin yüzüne rastladım. Tek göze batan yıldız sanırım Nevsky meydanının girişindeki heykelin üstündeki yıldızdı.
4. Büyük ihtimal şehrin bu tüketim yüzünü açığa çıkaran ve nispeten güvenilmez bir yer haline getiren (hostelden çıkmadan 2-3 kere eşyalarına sahip çık diye tembihlendim, biraz korkuttu) diğer bir unsurda tüketici akını olabilir. Hermitage, dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden. Ayrıca şehir de inanılmaz bir turist çekiyor ülkeye. Bu yüzden her köşe başında onlarca tur rehberi sizi bir yerlere çekmek için elinden geleni yapıyor, müzelerin önlerinde 18. yy kıyafetleriyle insanlar hatıra fotoğrafı çektirmek için yanınıza yanaşıyor. Moskova’da asla başıma gelmeyen bir şey. Ve yine Moskova’da sürekli aramama rağmen bulamadığım “Sovyet dönemi ürünleri”ne ulaşmam burada 3 saat sürdü. Her yer hediyelikçi dolu olunca bir kaçının da tamamen Sovyet dönemi üzerine yoğunlaşması kaçınılmaz oluyor.
Ve metronun az kullanılması, etrafta çok araç olması dolayısıyla çok trafik olması gibi büyük şehir unsurları. Kısacası benim ilk gözlemlerim bu şehrin nasıl bir tüketim şehrine dönüştüğü üzerineydi.
Yarın, Garaj Müzesi’nde 1925-1935 dönemi Avangard Mimari örnekleri üzerine olduğunu sandığım kitabın aslında Avangard Leningrad Mimarisi (St.Petersburg’un eski adı) üzerine olduğunu keşfetmem üzerine tüm planlarımı değiştirip bu katalogtaki binaları keşfetmeye koyulacağım. Umarım hava iyi olur da gezebildiğim kadar çok gezerim bu yapıları. Çünkü sanırım şehri bu zamana getiren gevşeklik zamanında da üzerinde deneysel çok fazla yapı yapılmasına müsaade etmiş.
ÇOK HEYECANLIYIM!
Ahmet Can.