Seyahatin ilk durağı 6 yıl önce gittiğim bir daha da uğramadığım Tarlabaşı semtiydi. İstanbul’a ilk gelişimde Taksim’in çevresini gezme niyetiyle girdiğim sokaklara bu sefer başka bir amaçla gelmiştim. 1 Eylül sabahı saat 08.00 gibi Tarlabaşı Bulvarı’ndan Kalyoncu Kulluğu Cadde’sine bisikletimle beraber giriş yaptık. Daha önce Tarlabaşı Toplum Merkezi’nden birkaç arkadaş mail yoluyla çok şey anlatmıştı. Anlattıkları ve benim 6 yıl önce gördüğüm Tarlabaşı resminden ölçülür bir değişiklik görememiştim yokuşu sonuna kadar inmeme rağmen, Tarlabaşı Bulvarı’na saplanmış dar ve birbirine eşit olmayan caddeler, bunlara bağlı sokaklarda süren bir yaşam ve yaşanmışlık kargaşası. Fiziksel veya soyut olarak tanımlamakta zorlanacağınız bir karmaşa sokakların içine kadar işlemiş. Bu durumu gözlemlemek için Tarlabaşı’nı önceden tanımaya gerek bile olmayabilir.
Rum ve Levanten Mimarisinin gün gün aşınarak oluşturduğu, fotoğraf sanatçılarına da anaokulu olmuş bitişik cepheler diyebiliriz. Aynı zamanda 1500’lü yıllardan bu yana Taksim ve İstiklal Caddesi’ne sağladığı servis konumu bölgenin ana potansiyelidir. Ana kordona 1500’lü yıllarda ticari ve bürokratik hizmet sağlarken, günümüzde de eğlence hayatına hizmet vermektedir. Yani halk o yıllarda memur olarak hizmet verdiği İstiklal Caddesi’ne, şimdilerde en gözle görüleninden midye satmaktadır.
Tarlabaşı Bulvarı’na saplanmış bu yokuşların (caddelerin) Haliç ile ilişkisine değinmek gerekirse yanımdan geçen araçlara bakarak fiziksel geçiş bölgesi olduğunu söyleyebilirim.
Bölgede yaşayan halk profilinin, eğitimi ve meslekleri hakkında sözsel diyagram oluşturmaya çalıştım notlarımda. Bulvardan yokuş diplerine doğru inildikçe yoğun bir Mardin, Siirt göçmeni Kürt Halkı bulunmakta ve bu halkın büyük çoğunluğunu oluşturan ilkokul mezunu yaşlıların ise, okuma yazma bilmediğini öğrendik. Sokaklarda gördüğümüz çocukların ya Dolapdere’de ya da Taksim’de okuduğunu tespit ettik. Yokuşun dip noktasında, Tarlabaşı Bulvarı’na paralel Serdar Ömer Paşa caddesinde Kürt esnafların dükkânları karşıladı bizi. Dolapdere sınırlarına girildikçe müzisyen kahvehanesi ve dernekleri ve farklı yörelerden gelmiş Anadolu Halkı’nın bu renklerle birleştiğini gördük. Mesken olarak aynı sokakları paylaşmaya başlayan insanların kahvehanelerini ayırmalarından güçlü diyalog kuramadıkları gözüküyordu. Saat 09.00 gibi oturduğum bir müzisyen kahvesinde 3 klarnetçinin kendi aralarındaki sohbetten anladığım kadarıyla, bölgedeki tüm ucuz suçların sahipleri onlardan olmayanlar veya onların da anlayamadıkları insan tiplerine ait olduğunu işittim. Kask kamerasından da etkilenerek mesaj niteliğinde bir sohbeti sonlandırdılar işlerine giderek. Bu arada çay paramı da ödemeyi ihmal etmediler.
Saat 10.00 sıralarında Dicle Yazıcı’nın da eşlik etmesiyle indiğim yokuştan Kentsel Dönüşümün başladığı Sakız Ağacı Cadde’sine doğru tırmanmaya başladık. Cadde olarak nitelendirdiğim darlığına bakılacak olursa sokak tanımından çok ta uzak sayılmaz. Bu bölgelere girmememiz konusunda uyarılmış ve tedirgin edilmiş olmamıza rağmen, sokakta amaçsızca dolaşan çocukları görünce bu ruh halimizi çoktan unuttuk. Onlarla konuşmaya uğraştıkça büyükleri sözümüzü bölüyor, sonunda büyüğe saygının ürünü olarak onlarla konuşmayı kesiyor büyükleriyle konuşuyorduk. Bu ilgi içerisinde fotoğraf makinemizi çalacaklar, kaskımızdan kameramızı sökecekler diye düşünmek komik geldi açıkçası. Caddenin sonuna doğru iş makinesini izleyen Mustafa amca bu evlerin kimlerden kime kaldığını, birkaç yıl sonra buralarda neler olacağını umursamadan kendi ve onunkine benzer tipteki yaşantıları anlatmaya başladı. Söylediklerini özetlemek gerekirse bu 3 veya 4 katlı evlerde 2 oda içerisinde ortalama 8 kişi yaşadıklarını söyledi bize. Farklı bir şey anlatmasını beklemiyorduk, fakat yine de ilk elden alınmış bilginin heyecanını duymadık desek yalan olur. Duygusal bir söylemle ‘imkânımız olsa niye böyle yaşayalım, köyümüzü terk edip gelelim’ tarzı cümlelerle besledi konuşmasını. Üzerine bir yorum getirmek o anda da şimdi de istemedim. Bu mahallede 25 yıldır yaşayan başka bir abi ise iş makinesinin başında, buralardaki adı kentsel projenin, restorasyon amaçlamadığını, amaçlasaydı bu tarihi evlerin korkuluğunun bile sökülemeyeceğini anlatıyordu. Konuşmalarının hepsini onun bir cümlesiyle özetlemek gerekirse ‘bu insanlar bu yapıları koruyup yenilemeye değil, yeni insanları getirmeye geldiler. Üst sokaklarda kolay oldu fakat buralarda olmayacak’ . Tartışmaya açık cümleler değildi haliyle. O orda yaşamış ve yaşıyordu. Bu insanları o sokak içinde gezerken haklı kılan ve duygusal olmayan fiziksel sorunlar vardı. Kentsel dönüşümün başladığı sokaklarda biriken çöpler. Duvarları yıkılmış ve içlerine pislik birikmiş tarihi harabeler, bu kadar göz önündeki bir yerin kirli bırakma eylemi ile bu hale geldiğini bize de gösteriyordu. Buradaki halkın eğitim seviyesi, yaşam kalitesi, kaygıları bir araya geldiğinde buranın yaşanabilir durumda olup olmamasını umursamaması veya eylemini sözde bırakması normal. Fakat bu dönüşümün, yöneten insanların kirli bırakma politikası ile tarihin aşınmasına izin vermesi ilginç geliyor dışarıdan bakan bir gözlemciye. Buraya göç eden insanlar buradan kalkıp başka bir semte göç ediyor olabilir. Nitekim Kurtuluş ve Okmeydanı’na cılız göçlerin başlamış durumda olduğunu söylüyorlar. Tüm bu verileri topladığımızda sokak siluetindeki bu aşınmanın birilerine eksi olarak yazılması gerekli diye düşünüyorum.
Sokağın sonuna doğru gittiğimizde tekrar yanımıza gelen çocuklar, kendi yaptıkları bir oluşumun kapısına götürdüler bizi. Türkçesi kuvvetlidir o anlatsın diye işaret edilen küçük Zehra ‘Mutfak’ adındaki yemek atölyesini hızlı hızlı konuşarak anlattı bize. Gönüllülerin de katılımıyla sokakta yaşayan çocuklar imece usulü yemekler yapıyor ve bunu gelen herkesle beraber yiyorlar. Açıkçası kapıları herkese açık diyebiliriz.
Tekrar yokuşu tırmanmaya başlarken evlerin altlarına kurulmuş işlikler gözümüze çarpıyor. Sokağın başında kentsel dönüşümün boşalttığı yapılar var. İçlerinde biriken çöplerin arasında onlarca stensil görüyoruz. Bu baskıları burada yaşamayanların yaptığını kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Ana caddeye yakın ve iç taraflar kadar ıssız değil. Binaların giriş katına dönüşüme tepki olarak yapılmış hoş işler aslında. İkinci kata doğru baktığınızda bu baskıların üzerine yaşayan halkın tepkisel yazılarını görüyorsunuz; ‘feryada gücüm yok’, ‘fotoğraf çekmelere doyamadınız’. Caddenin çıkışına ulaşmıştık Dicle’yle. Çöp içinde kalmış bu evlerin arasından Taksim’e doğru ilerledik. Taksim’de çayımız içtikten sonra Galata köprüsünden geçmek üzere Balat Bölgesi’nin yolunu tuttum.
Kameramızı şarj etmek için oturduğum Tarihi Çanak Kurufasulyecisi’nde Dicle ile tekrar buluştuk. Bir daha uğramak üzere keşfettiğimiz bir kurufasulyeciydi bu bir ayin için Ermeni Kilisesi’ne daha önce yaptığımız ziyaret esnasında. Kiliseye tekrar ulaştıktan sonra kilise ve ayazmasını kask kamerasıyla gezdik. Sonrasında, kilisenin din adamları samimiyetimize de inanarak bölge ve kilise hakkında düşündüklerini yumuşatmadan anlattılar. Balat’ın Rumlar , Ermeniler ve Yahudiler tarafından terk edilmesinin Kıbrıs sorununun Türkiye üzerindeki yansıması olduğunu, Müslüman halkın gayrimüslimler üzerinde yarattığı bu baskının Türkiye’nin diğer noktalarında da aynı anda patlak verdiğini anlatıyordu. Taksim çevresi, Kadıköy ve bir çok yerdeki azınlığın eritilmesinde yanlış politika olduğu gibi kalan 5 kilisenin nüfusunun da giderek azaldığını söylüyordu. Kiliseye gelen ziyaretçi sayısının büyük bölümünü Ayazması olduğu için turistler ve Balat dışında kalan Ermeniler olduğunu aktarıyordu. Kiliseyi saat 15.00 sıralarında terk ettikten sonra fotoğraf ve video çekmek için sokaklara dağıldık. Bölgede Rum İşçiliğinin ürünleri ve Tarlabaşı’na nazaran korunmuş bir mimari hâkim. Rum halkının terk ettiği sokaklara Molla Aşkı gibi isimler verilmiş. Park düzenlemelerinin ismi de bundan çok farklı değil. Şu an kimlerin oturduğunu kestirmek çok zor olmuyor. Balat’a ilk defa gelen bir insan bile bu analizi yapabilir. Bisikletimi Haliç’e bakan cepheleri görmek için Fener Rum Lisesi’nden aşağıya doğru sürüyorum. Yol üzerinde tasarım atölyelerine, yazar ve sanatçıların aldığı restore edilmiş küçük 3 veya 4 katlı yapıları görüyorum. Bu yapıların arasına sıkıştırılmış yakın dönem özensiz betonarme mimariyi de farkedebilirsiniz. Haliç’e bakan cepheleri görmeye başladığımda girerken görmeme rağmen tekrar şaşırıyorum. Özetlemek gerekirse içi korunmuş, fakat çeperini oluşturan bu yapılar benim bilmekte toy kaldığım sebeplerden dolayı kötü bir halde bırakılmış. İçerisinde Anadolu’nun farklı kültürlerinden bir çok yakın dönem göçünü barındıran, mimariyi üreten toplumun çocuklarının sadece kiliselerinde toplandığı kendince karışmış renkleriyle mütevazı bir hayat sürüyor diyebiliriz Balat için. Saat 18.00 sularında tekrar buluşarak Balat’tan ayrılıyoruz..
Seyahatin ikinci günü Fikirtepe durağımızı gözlemlemek için Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nin önünde Uğur Ceylan ve Pınar Koyuncu ile buluştuk. Fikirtepe hakkında öncesinde bilgi edinmek istememiştim. Öğreneceğim tüm şeyler seyahatte gördüklerim olsun istiyordum. Hasanpaşa muhitini aştıktan sonra Fikirtepe’ye doğru tırmanmaya başladık üç bisikletli. Tarlabaşı ve Balat’la kıyaslamaya çalıştım fakat ne mimari yapısı ne de sokakta yaşayan halk bakımından yakın benzerlik kuramıyordum. Daha temiz, daha az tarihi dokusu bulunan, 3 veya 4 katlı bir gecekondu mahallesiydi. Ankara gecekonduları ile kıyaslayabilirdim ancak bu bölgeyi. Bölgenin talep görmediği yıllarda doğudan gelerek yerleşmiş Anadolu göçmeni diyerek özetlemek istiyorum yaşayan halkı. Tek katlı daha hızlı bir şekilde yapılmış gecekondular değil, birkaç katlı planlı bir gecekondululaşma vardı. Çevre yoluna bitişik sokaklara sürdük bisikletlerimizi. Artık neredeyse her evin üzerinde bir tabela görmek mümkündü. Benim adını duymadığım şirketler projelerini tasarlamış, mahalle sakiniyle anlaşmaya varmış . Kendi gördüğümü söylemek gerekirse yapılacak olan projenin görsellerinin duvarlara asılmasına kadar tüm mevzu sonlandırılmıştı. Kentsel dönüşüm agresif tepkisini pek almış sayılmazdı. İnsanlar normal yaşantılarına devam ediyor. Kahvehanelerinin dibine kat karşılığı anlaşma teması ile yazılmış pankartlar iliştirilmiş ve bu durum onların istekleri ile paralel hale gelmiş. Kentsel dönüşüm kapsamında bu bölgedeki parsellemeler, sokak ve cadde yoğunlukları üzerine gönüllü birçok ofisin öneri getirimi yaptığını duymuştum. Fakat yapılacak olan binanın görselini görünce şu yorumu getirdik yol arkadaşlarımla; Yakın ve benzer tipte gelişen bölgelerin neredeyse hepsine yapılan bu cazibe merkezi kuleler etrafındaki sıkışmışlık, anlaşmaya varılmayan mahalleleri boğacak, ya da kendi duvarları içerisinde başka bir yaşam kurmalarına neden olacaktı.
Sokakları kask kameramla belgeledikten sonra 3-5 yıl sonra tekrar uğrayıp gözlemlemek üzere bölgeden ayrıldık. Tarlabaşı, Balat ve Fikirtepe üzerinden geçtiğimiz İstanbul turumuz sona ermişti. Uğur ve Pınar’dan Fenerbahçe yolundan ayrıldım ve Sakarya hazırlıkları için otelin yolunu tuttum.